Barışı Kim Yapmalı?

Barışın tesisi ve sürdürülebilirliği insan örgütlenmelerinin ve elbette ki devlet olgusunun ortaya çıkışından itibaren çözülmesi gereken bir sorun olmuştur. Savaşların ortaya çıkma nedenlerini bir yana bırakarak, barışı tesis etme ve bu barışı sürdürme konusunda –devletlerin egemenlik hakları saklı kalmak şartıyla- barış yapma yetkisini örgütlere devretmek mi daha etkilidir, yoksa çıkan her savaşa özgü olarak bir barış konferansının düzenlenmesi mi?

Başarısız bir deneyim olan Milletler Cemiyeti dönemini göz ardı edersek, Birleşmiş Milletler öncesinde olay bazlı toplanan barış konferanslarının işlevselliği ve barışı ne kadar sağlayabildikleri tartışmaya açık bir konudur. Örneğin I. Dünya Savaşı sonrasında barışı kurma amaçlı toplanan Paris Barış Konferansı birçok anlaşmazlığa sahne olmuş, toplanma amacı barışı tesis etmek olan bu konferans, kazananların pastadan en büyük payı alma yarışına evrilmiştir. Bu yarış ise devletler arasında bir denge oluşturmaktan çok konferansın işleyişini yavaşlatmış ve aldığı paydan memnun olmayan taraflar yüzünden konferans toplanma amacından uzaklaşmıştır.

Paris Barış Konferansı’ndan önce barışın mimarlarının elindeki en önemli örnek Viyana Kongresi’ydi. Bizim elimizde olan bu iki önemli örnek arasındaki en önemli ayrım ise, düzenlendikleri dönemlerdeki bağımsız devletlerin sayısıdır. Bağımsız devletler ve buna bağlı olarak katılımcı sayısı da arttıkça barış konferanslarının başarısı azalmıştır diyebiliriz. Viyana Kongresi’nde, Paris Barış Konferansı’nda temsil edilen; İtalya, Belçika, Romanya ve Sırbistan gibi ülkelerin varlığından dahi bahsedilemezdi, Latin Amerika ülkeleri de halen İspanyol ve Portekiz İmparatorluklarına bağlıydı. Aynı şekilde Paris Barış Konferansı’ndan sonra artan egemen devletlerin sayısı bu tür kongrelerde karar alma ve uygulamayı daha da zorlaştırdı, hemen hemen her bağımsız devletin temsilinin olduğu, sürekli bir örgütlenmeye ihtiyaç duyuldu.

Böyle bir ihtiyacın doğrultusunda ortaya çıkan Milletler Cemiyeti’nin başarısız bir deneyim olma sebebi ise daha çok; Paris Barış Konferansı’nın çözemediği her sorunu kendisinden sonra ortaya çıkacak olan bu yeni örgütlenmenin üstüne yıkmasındandır. İdealizm temelinde  oluşturulan bu yeni örgüt var olduğu andan itibaren kurucuları arasında dahi inandırıcı bulunmamıştır. İlerleyen yıllarda II. Dünya Savaşı’nın yaşanması da Milletler Cemiyeti’nin –bir bakıma da idealizmin ve Barış Konferansı’nın- başarısızlığının bir kanıtıdır.

Barış konferansları, barıştan çok, yenilen devletlerin bir daha belini doğrultamayacak kadar güçsüzleşmesi üzerine düzenleniyordu. Paris Barış Konferansı sonucu ortaya çıkan Versay Antlaşmasının amacı; Almanya’nın uzun bir süre toparlanamayacak bir konuma düşmesini sağlamaktı. Antlaşma, amacı itibariyle bir süre başarılı olduysa da barış konferansının intikamını almak isteyen aynı Almanya öngörülemeyecek kadar kısa sürede ve hiç olmadığı kadar güçlü bir şekilde sözde barış mimarlarının karşısına dikildi. Böylece bir barış konferansı sonucunda gelinen nokta 60 milyon insanın ölümüne sebebiyet veren bir dünya savaşı oldu.

II. Dünya Savaşı’nın sonunda ortaya çıkan Birleşmiş Milletler bir yandan barışı sürdürebilmek diğer yandan da Milletler Cemiyeti’nin hatalarından ders çıkararak daha işlevsel bir yapı oluşturmak amacıyla kurulmuştur. Teoride hem kaybeden devletlere ağır barış şartları yüklemeyerek onların kinini kazanmamaya (Almanya ve II. Dünya Savaşı örneğindeki gibi) hem de aynı kuruluş içerisinde temsil yetkisi verip onlara da söz hakkı tanıyarak barışı kalıcı kılmaya çalışmışlardır. Ancak pratikte, Birleşmiş Milletler Genel Kurul’da bütün üye devletlere eşit söz hakkı verse de, Güvenlik Konseyi’nde veto yetkisine sahip 5 daimi üye devletin varlığı, aslında büyük güçlerin hâlâ esas karar alma yetkisini ellerinde tuttuğunu ispatlar niteliktedir. Bu da akıllara şu soruyu getiriyor; Birleşmiş Milletler, Milletler Cemiyeti’nden daha realist bir tecrübe geliştirdiği için mi -kısmen- daha başarılı?

Yeryüzündeki en elzem olgu olan barış, yalnızca gücü o an elinde bulunduran karar alıcıların iradesine bırakıldığında, bu büyük güçler hiçbir denetime tabi olmadan veya uluslararası kamuoyuna hesap verme mecburiyetinde bulunmadan yaptıklarını tekrar yok edebilirler. Devletlerden oluşan ancak devletlerin üzerinde konumlanan bir kurumun varlığı, tek tek her olay için yalnızca kazananların sistemi kurup yıktığı sözde barış konferanslarından daha başarılı ve sürdürülebilirdir. Kendilerinden daha üstte konumlanan bir örgütlenmede her ülkenin temsili ve karar almada söz sahibi olması dünya barışı açısından daha faydalıdır. Tek başlarına fazla bir yetkinliği olmayan devletler dahi bir örgütlenmenin içerisinde doğru iş birliği ile bir araya gelerek denge ve denetim sistemi oluşturabilirler. Buna örnek olarak da Soğuk Savaş Döneminde Birleşmiş Milletler içerisindeki Bağımsız Devletler Topluluğu gösterilebilir.

Uluslararası arenayı kontrol eden büyük güçler isim değiştirse de asla kaybolmazlar; ama kısıtlanabilirler. Bu devletlerin, gücü tekelinde bulundurmaması için bir üst çatı altında tüm devletlerin askeri, siyasi, coğrafi, ekonomik gücü göz önüne alınmaksızın eşit egemenler olarak kabulünü ve her aşamada eşit oy hakkı ile temsilini fiilen de öngören; barışın statükoyu korumak için bir araç olarak kullanılmasından ziyade, yegâne amaç olduğu bir örgüt yapılanmasına ihtiyaç vardır.

Barışın sürdürülebilir hale gelmesi kurumsal ve buna bağlı olarak hukuki alt yapının oluşumuna bağlıdır. Geleneksel devlet yapısının değişmesi ile geleneksel barış yapma çabaları da bir evrim geçirmiştir. Uluslararası hukuk ve kurumların rolü her geçen gün genişliyorsa da henüz yerleşik bir mekanizma oluşmamıştır. Bu tür örgütlerin kuruldukları andan itibaren işlevsel bir mekanizmaya sahip olamayacaklarını düşünürsek barışın kurumsal alt yapısını oluşturmak ve onu kalıcı kılmak kolay bir iş değildir. Barış yapmanın bedeli kimi zaman savaştan daha maliyetli ve zor olsa da hangi şekilde -örgütler veya konferanslar yoluyla- olursa olsun uluslararası sistemde barışı seçmek ve sürdürmek her devletin görevidir. Clemenceau’nun da dediği gibi savaş yapmak barış yapmaktan çok daha kolaydır.

Önceki Gönderi

Trump’ın Başkanlığı Döneminde Şirketlerin İnsan Haklarına Olan Saygısı

Sonraki Gönderi

The Theory of Coffee with Milk

Son Gönderiler