Birleşik Devletlerin neden bir Hıristiyan “Hevesi” var ve bu konuda ne yapılmalı?

Gregorio Bettiza, Dış Politikada İnancın Yeri (Finding Faith in Foreign Policy) isimli yeni kitabında, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana, dinin nasıl ve neden Amerikan dış politikasının daha aşikâr bir nesnesi haline geldiğini araştırmıştır. Özellikle uluslararası din özgürlüğünü teşvik etme bakımından, bu çalışmada çoğunlukla ele alınan yerleşik Hristiyan taraflılığını irdelemiş ve bu taraflılığın nasıl ele alınacağıyla alakalı birkaç çözüm önerisi sunmuştur.

ABD tarafından dünya çapında din özgürlüğünü gözlemlemek ve geliştirmek, yurtdışına insani yardım ve kalkınma yardımı sağlamak üzere inanç temelli organizasyonlardan yararlanmak, İslam dünyasında ve İslam teolojisinde reform yapmaya çalışarak küresel terörle mücadele etmek ve dünyadaki çatışma ve krizleri çözmek için geçtiğimiz on yıllar boyunca ve çok çeşitli başkanlıklar, yeni kurumlar , makamlar çerçevesinde farklı stratejiler ve girişimler hayata geçirilmiştir.

Bu politika faaliyetlerinin büyük bir kısmı, çoğu din temelli olan çok çeşitli aktörlerin girişimi sayesinde ortaya çıkmıştır. Bu aktörler, 1990’lardan bu yana Amerikan dış politikasının; dinin bölgeler ve gelenekler boyunca dünya çapında yeniden dirilişi ve uluslararası bağlamda oynadığı ahlaki ve stratejik rolü göz ardı eden, gereğinden az değer atfedilmesine sebep olan, seküler bir taraflılıktan muzdarip olduğunu ileri sürmektedirler. Amerikan dış politikası, çağdaş yerel ve uluslararası dini yönelimlere ve güçlere cevaben değişmeye başladığında, Birleşik Devletler, dünya çapında dini alanlara ve gerçekliklere kendi değer ve çıkarları doğrultusunda  giderek daha fazla müdahale etmeye ve olanak dâhilinde yeniden şekillendirmeye başlamıştır.

Süreçte meydana gelen en çarpıcı değişimlerden biri, Amerika’nın dış politikasının “kör noktası” şikayet edilen seküler duruşun, Hıristiyanlığa “heves ” ile değiştirilmesiydi. Bu, özellikle dini özgürlüğünün uluslararası alanda destekleme konusunda dikkate değerdir. Kongre Uluslararası Din Özgürlüğü Yasası’nı 1998’de kabul ettiğinde, bu normu küresel olarak bir dizi yöntemle sistematik olarak ilerletmeyi amaçlayan giderek genişleyen merkezinde Dışişleri Bakanlığı Uluslararası Din Özgürlüğü Bürosu ve Büyükelçisi ile bağımsız bir Birleşik Devletler Uluslararası Din Özgürlüğü Komisyonu (USCIRF) yer alan bir kurumsal yapı ortaya çıkmıştır. Bu yapı, yıllık raporların hazırlanması, dış yardım sağlanması, istismarcıların bu raporlarda ifşa edilmesi ve aralarında en kötü olanlara yaptırım uygulanması gibi faaliyetlerden sorumludur.

Trump yönetimi Amerika’nın bu yöndeki çabalarını arttırmaktadır. Dışişleri Bakanı Mike Pompeo Bakanlık’ta iki üst düzey Din Özgürlüğü Toplantısına ev sahipliği yapmış ve Uluslararası Din Özgürlüğü İttifakı’na öncülük etmiştir. 2019 BM Genel Kurulu toplantıları boyunca Başkan Trump defalarca dini özgürlüğün, yönetiminin en yüksek öncelikleri arasında olduğuna işaret etmiştir.  Daha yakın zamanlarda da, ABD’nin dış yardımının ülkelerin dini azınlıklara ne kadar iyi davrandıkları şartını daha çok gözeterek planlamaya başlandığı ortaya çıkmıştı.

Bazıları Hıristiyan taraflılığı kavramının gerçek bir sorun veya endişe nedeni olmasından ziyade bir yanlış anlama meselesi olduğunu ileri sürmektedir. Ancak bu taraflılığa dair mevcut algılar tamamen temelsiz değildir. İşte bu yüzden de, görünüşte evrensel bir insan hakkı normuna katkıda bulunması gereken bir şeyin, konu ABD’nin dış politikasıyla bağlantılı olduğunda yerini partikülarist bir Hıristiyan yanlılığına bırakmasının üç önemli yapısal nedeni vardır . 

İlk olarak, uluslararası din özgürlüğünü desteklemesi halinde, ABD kaçınılmaz olarak birbiriyle sürekli çekişme halinde olan meşhur “din” ve “özgürlük” kavramlarının temellerini belirlemek durumundadır. Amerikalılar, liberalizm temelli güçlü politik geleneğin ve Protestan Hıristiyanlığın olduğu kadar dinsel çoğulculuk ile sekülerliğin şekillendirdiği dini kültürün etkisi altında kalan din anlayışını benimseme eğilimindedirler. Bu etkiler, özerk birer varlık olan insanların bireysel vicdan ve inançları çerçevesinde özgürce bağlanmayı veya terk etmeyi seçebilecekleri gönüllü kuruluşlar, cemaatler veya tarikatler üzerinden genel bir bakış açısına ve dini tecrübeye yönlendirir.

Sonuç olarak, Amerika’da bu görüşü savunanlar ve politika yapıcıları, din özgürlüğünü içgüdüsel olarak su götürmez bir şekilde bireylerin veya grupların dinlerini yayma hakkını yani diğerlerinin dinlerini değiştirme yolunda gösterdikleri çabayı da dahil ederek algılıyorlar. Böyle bir yaklaşım, Amerika’nın yerel “dini pazar yeri” olarak adlandırılan ortamda nispeten tartışmasız görünse de, “spiritüel müşterilerin” çok çeşitli inançlar arasından ihtiyaçlarına en uygun olanı seçmeleri, yasal, dini ve politik nedenlerle dünya çapında son derece tartışmaya açıktır.

Bu normu destekleyen ağların dini yapısı ve demografisi, ABD dış politikasındaki mevcut Hıristiyan hevesinin oluşmasına olanak sağlayan ikinci yapısal nedeni oluşturmaktadır. Uluslararası din özgürlüğü konusu genellikle yurtdışında kendileriyle aynı dini paylaşan dindarlar adına harekete geçmek isteyen inanç temelli gruplar tarafından ortaya konmaktadır. Pew Araştırma Merkezi‘nin bir raporunda belirtildiği gibi, “küresel savunuculuk yapan mezhepsel grupların ortak amacı, kendi müminlerini korumak veya savunmaktır.” Amerikan dış politikasında, din özgürlüğünü güçlü bir şekilde müdafaa edip gündeme getiren aktörlerin çoğunluğu ve en etkilileri  genel olarak Hıristiyanlardır. Kendisi de bu inanç geleneğine dayalı daha geniş bir Amerikan demografik ve sosyal bağlamına dayanan bu güçlü Hristiyan etki alanı, dünya genelindeki Hıristiyanların refahı adına sürekli hale gelen bir kaygıya dönüşmektedir.

1998 Uluslararası Din Özgürlüğü Yasası’nın oluşturulması yolundaki ilk kıvılcımlar büyük ölçüde  Çin ve İslam dünyası gibi Soğuk Savaş sonrası komünist rejimlerde Hıristiyanlara yönelik zulümlerin yoğunlaştığı düşüncesindeki Protestan Evanjelikler ve Katolik hareketlerin endişelerinden ortaya çıkmıştır. Benzer şekilde, Orta Doğu’daki Arap Baharı, sivil çatışmaların artması ve IŞİD gibi İslamcı grupların yükselişi gibi daha yakın tarihli önemli olaylar, büyük ölçüde dini azınlıklara ve özellikle Hıristiyanlara yönelik tehdit olarak değerlendirilmiştir. Yakın Doğu ile Güney ve Orta Asya’ya Dini Azınlıklar için Özel Danışman’ın nispeten yakın zamanda atanması, tam olarak bu tür endişelerden kaynaklanmıştır. Bir Hıristiyan olan Knox Thames’in Özel Danışman olarak atanmasının resmi duyurusunun, Papa Francis’in 2015’teki ABD ziyareti sırasında gerçekleşmesi tesadüf değildir.

Yukarıdaki cümlelerde, insan haklarından biri olan din özgürlüğünün, Amerikan Dış Politikası’nda özellikle Hıristiyanlara özgü olduğu öne sürülmemektedir. Bu normun savunucuları, Yahudilik, İslam, Budizm veya Bahâîlik dahil olmak üzere çok sayıda inanç temelli grubu ve fikri, kapsamı içine almaktadır. Dışişleri Bakanlığı ve USCIRF’in raporları, yalnızca Hıristiyanlar için değil, yurtdışındaki çok çeşitli topluluk ve geleneklerin içinde bulundukları koşullardan dolayı da sık sık endişe duyduklarını ifade etmektedir. İşe alınan politika yapıcıların, farklı ve çeşitli dini geçmişlerden gelmesine dikkat edilmektedir. Örneğin, ilk – ve nasılsa şu ana kadar tek – Hıristiyan olmayan Özel Elçi Haham David Saperstein’ın Obama yönetimi tarafından atanması da dikkat çekicidir.

Evrenselci ve çoğulcu bir din özgürlüğü yaklaşımının desteklenmesine yönelik çabalara rağmen, belirli Hıristiyan meselelerini zaten önceleyen temel kültürel ve demografik eğilimlerin var olması, üçüncü yapısal neden olarak sayılabilir. İklim değişikliğinden kadın haklarına kadar pek çok diğer konu gibi, din özgürlüğü de Amerika’nın iç kültür savaşlarında yerini bulmuştur. Amerikan toplumu ve siyasetinde, din özgürlüğü için yürütülen kampanyalar en çok, inançlarını ve ahlaki görüşlerini korumayı ve geliştirmeyi amaçlayan muhafazakar Hristiyanlar tarafından yürütülüyor.

Çoğunluğunu Protestan Evanjeliklerin oluşturduğu Hıristiyan Sağ, genel olarak Cumhuriyetçi Parti’nin ve özellikle Trump yönetiminin en sadık destekçileri arasında kilit bir oy bloğu haline geldi. Trump’ın başkanlığı sırasında gözlemlenen uluslararası din özgürlüğünü geliştirilme çabalarının hızlanması, Hıristiyan muhafazakarların Trump yönetiminde kazandığı etkiyle yakından bağlantılıdır. Başkan Yardımcısı Mike Pence ve Dışişleri Bakanı Mike Pompeo da bu harekete, Uluslararası Din Özgürlüğü Özel Elçisi Sam Brownback, USCIRF başkanı Tony Perkins ve Beyaz Saray’ın İnanç ve Fırsat Girişiminin başkanı olduğu söylentileri olan Paula White kadar yakından bağlantılıdırlar.

Dini özgürlük konusunda Hıristiyanlığın Amerika’nın – ama genellikle daha geniş ölçüde Batı’nın – zaafı olması sorunludur. Şimdiye kadar yapılan tartışmalarda; belirli grupların kayırılmasının, kilise ve devlet ayrımı normuyla, tarafsızlığın seküler değerleriyle ya da çoğulculuk ile evrenselciliğin liberal prensipleriyle nasıl sürtüştüğü gibi özellikle bir dizi değer temelli mesele üzerinde durulmuştur. Bununla birlikte önemli stratejik meseleler de bulunmaktadır. Batılı devletlerin teröre karşı bazı İslamcı gruplara karşı savaş halinde oldukları ve Çin gibi yükselen güçlerle rekabet ettikleri bir dönemde, dünyanın dört bir yanından yorumcular, bu mücadeleyi devam etmekte olan bir medeniyetler çatışması çizgisinden yorumlamayı tercih etmektedirler.

Bu daha kapsamlı jeopolitik ve söylemsel çerçevede, uluslararası dini özgürlüğün Hıristiyanlık zaafı, Hıristiyan aidiyetini siyasallaştırmaya ve onu Amerikan ve Batı kimliğinin daha geniş bir anlamda yapısal özelliği olarak kabul etmede gereğinden fazla katkıda bulunur.Bu durum, kültürel kıyaslanamazlık ve din düşmanlığıyla alakalı kötücül söylemlerin hız kazanması tehlikesini oluşturur. Yangına körükle giden bu tür anlatılar, kendi yerel bağlamlarında Batıyla ortaklığın suçluluğuyla lekelenirken, din özgürlüğü savunucularının kurtarmayı amaçladıkları o Hıristiyanları da potansiyel olarak tehlikeye atmaktadır.

Peki ne yapılmalı? Şimdiye kadar konuya daha eleştirel yaklaşan yorumcuların yaptığı gibi, tüm uluslararası dini özgürlük girişiminin onarılamayacak boyutlarda sorunlu olduğunu  ve bu tutumun terk edilmesi gerektiğini öne sürmek mümkündür. Diğerleri, bu zımni ve bazen de oldukça belirgin olan Hristiyan merkezciliğin  bu iyi sebebi baltalayabileyebileceğinden korktuklarından, muhtemelen başlangıç için böyle bir taraflılığa sebep olan kültürel, demografik ve politik güçlerin ele alınmasında daha fazla enerji harcamak durumundalar. 

Akla iki seçenek geliyor. Birincisi, din özgürlüğü için gösterilen çabaları, insan haklarını geliştirmeye adanmış mevcut ofis ve programlara organik olarak entegre etmek olacaktır. Böylece, özel çıkarlar ve belirli gündemlerin idare ele geçirme potansiyeli sınırlanmış olacaktır. Başka bir seçenek de, dini özgürlük faaliyetlerini desteklemeye devam ederken, bu faaliyetleri çok yönlü düzeyde ve uluslararası örgütler bünyesinde idare etmek olacaktır. Burada umut edilecek şey, din özgürlüğünün geliştirilmesinin ABD veya bu konudaki herhangi bir devletin elinde olduğu bir durumda, daha geniş bir çeşitlilik ve bakış açısının, politik süreci yönlendirme yolunda egemen olması muhtemel daha özel dürtüleri yumuşatmasıdır. Bununla birlikte, anlaşılan o ki, Hıristiyan zaafının yakında bir zamanda etkili bir şekilde ortadan kaldırılması  mümkün görünmemektedir.

Gazi Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü

Önceki Gönderi

The Theory of Coffee with Milk

Son Gönderiler

Barışı Kim Yapmalı?

Barışın tesisi ve sürdürülebilirliği insan örgütlenmelerinin ve elbette ki devlet olgusunun ortaya çıkışından itibaren çözülmesi gereken…